Yatakta dönüp durmak yerine kalkıp tarasa indim. Dışarıda birden bire başlayan rüzgâr ağaçları adam akılı sallıyordu. Kiraz ağacına baktım, yerinde duruyor mu diye. Bahçenin en cılız en narin ağacıydı. Eğilen dalları, savrulan yapraklarıyla direniyordu. Ne yandan estiğine bir türlü karar veremediğim rüzgârın çıkardığı gürültünün içinde kayboluyordu her şey. Başka zaman olsa güzel bulacağım, oturup seyredeceğim bu curcuna şimdi nedense beni ürkütüyordu. Kahve için suyu ısınmaya bırakıp, bir sigara yaktım, biraz olsun sakinleşmiştim. Ama hala bahaneler arıyordum, sonunda uyumakla uyumamak arasında sıkışıp zamansız, huzursuz kalkmama verdim, rüzgârın sebep olduğu gürültün beni huzursuz etmesini. Kahvemi alıp terasın lambasını yakmadım, kendimi terasın karanlığına, gürültü ortasına bırakıp, pencere önündeki koltuğa gömülürcesine oturdum. Oturduğum yerde geceyi dinlemeye başladım. Böyle dinleyince, denizin sesini arada ayrıt edebiliyordum. Rüzgâr arada ağaçların yapraklarını bırakınca, çekirge sesleri ve denizin sesi daha duyulur oluyordu.

Yalnızlık her sesi duymak mıydı? Her yaşanılanı derinlerde bir yerde hissetmek mi? Durup dururken, anlam vermekte zorlandığımız kızgınlık nöbetleri, öfke mi yoksa?…

Yalnızlık, karmaşık şiirsel tanımları, ruhun derinlerde felsefi arınmayı hak etmiyor. Boş yere ona mistik, gizemli anlamlar yüklüyoruz, hiç olmadığı yerlerde boşuna arıyoruz. Çünkü o hayatın en yalın gerçeğinden başkaca bir şey değil o. Hayal kırıkları sonrası yaşadığımız gerçeğin, bizde uyandırdığı karmaşık duyguların bütünü, hepsi bu.

Bildiğimiz sevdiğimiz insanların bizi terk etmesini, aslında bizimle hiç olmadıklarını, bizimle yürüdükleri bir yollarının olmadığını kabul etmek, yani aldatılmış olduğumuzu kabul etmek elbette hiç kolay değil. Sevdiğimiz, inandığımız, sevgilerinden hep emin olduğumuz, hep inanarak dinlediğimiz, birlikte yürümekten hiç yorulmadığımız, bir kez olsun sorgulamadığımız insanların bir gün yabancımız olduklarını görmek, uzağımızda duran, hiç tanımadığımız o diğerlerinden, hiçbir farkları olmadığını görmenin, büyük aldatılmışlık duygusunun yaratığı hayal kırıklığı. Özenle emekle yaratılmış koca bir dünyanın, belki de son ütopyanın yıkılışının verdiği acı.

Herkesi haklı çıkarabilen, herkesi af edebilen insan, kendini bir türlü af edemiyor. Hiçbir bahaneyle kendini haklı çıkaramıyor. Çünkü o dünya bir kez yıkılınca geriye dönüp baktığında, her şeyin aslında gözünün önünde olup bittiğini görüyorsun. Bu körlüğün saflığı aşan aptallık olduğunu düşünmeye başlıyor, kendini suçluyorsun.

Olur, olmaz, bir birinden kopuk yakaladığım ipuçları, çok gerilerde bir yerlerde, her şeyin bitmiş olduğunu, görmeme neden oluyor. Bir zamanlar anlamsız bulduğum, hiçbir şeyle, hiçbir şekilde ilişkilendirmediğim sözler, davranışlar yeni anlamlar kazanıyor. Buna önce şaşırıyor, sonra öfkeleniyor, kendime kızıyorum. Artık istesem de, hiç kimseye güvenemiyorum. En samimi, en içten davranışın, yakınlaşmanın altında bir şeyler arıyorum, bir hinlik olabileceğini düşünmeye başlıyorum, kendimi korumaya alıyorum, herkesten uzaklaşıyor, uzaklaştıkça yalnızlaşıyorum.

Şimdi anlıyorum, “Vefasız bir yanım var” sözüne neden bu kadar sıkı sıkıya sarıldığımı, neden yeni arkadaşlar edinmediğimi, hiç kimseyi aramadığımı. İnsan en yakınından, en sevdiğinden gördüğü zararın faturasını önce uzaktakilere kesiyor, onları uzaklaştırıyor kendinden, görüşmeyi engelliyor, görüşmemek için inandırıcı bahaneler üretiyor, yolda görünce yolunu değiştiriyor, uzak duruyor.

Yeniden sevmekten, güvenmekten, birileriyle bir yolculuğa çıkmaktan korkuyorum, yalnızlığıma mistik kendimce yüklemeye çalıştığım anlamların anlamsızlığını fark edip, herkesten her şeyden uzak durmaya çalışıyorum. Sevginin insanı korumasız kıldığı düşüncesi, gelip yüreğime oturduğundan bu yana, bütün ilişkilerimi belirleyen olmaya başladı. Yeni bir yol, yüreğimi göstermeden sevmenin bir yolunu ararken, böyle bir yolun olduğuna, ya da istenirse bulabileceğine kendimi inandırdım.

Kaçtır kendime söz veriyorum, kim olursa olsun, arada, artık benim belirleyeceğim bir mesafe olacak. Kimse, öreceğim duvarın öte tarafını görmeye olanak bulamayacak. Böyle katılaşıyor yürekler, kendine kanayarak, acısına susarak. İşte bu bir insanın yaşayabileceği en büyük acıdır. Çünkü sevmekten korkmak, uzak durmak insanlığımızdan uzak durmaktır. Bu, bir insanın zamanın ruhuyla iç içe yaşayabileceği en büyük kayıptır. Belki de; her şeyin, insanlığın, sevginin, inanmanın, bir insana güvenmenin bitiği yerdeyim artık. O korkunç yerde bir başıma ve yalnız.

Karmaşık düşünceler içinde kaybolmaya çıktığım yolda, rüzgârın bıçakla kesilmiş gibi durduğunu fark ettim sabah ezanı sonrası. Dalgaların sesi de olmasa iyiden iyiye sessizleşecekti sokak. Tenha bir sessizliğin altında kalacağım korkusunu dağıtıyorum, birazdan başlayacak olan kuş seslerini aklımdan geçirerek. Günün ilk ışıklarıyla, kuş sesleri, bahçedeki çiçek kokularına karışacak.

Yaman kokuyor bu saatlerde melisalar…

Her şeyin bir başka ağır, katlanmaz olduğu saatlerdeyim, inanılmaz bir başka zor geliyor her şey.

Gözümü korkutuyor gün, günün uzunluğu. Kaçacak yer bulmakta zorlanacakmışım gibi geliyor bana. Oysa uyanmak yaşamaya başlamaktı, hayata dalmak, hayat dolmak. Çoktandır böyle olmuyor, uyanmak kaçacağım insanlarla burun buruna gelmek, onlarla istemesem de konuşmak, onlara katlanmak oluyor.

Çoğunlukla kimseyi tanımadığım, yerlere gidiyorum, yeni tanışıklıklar kurmamak için sağımla solumla hiç ilgilenmiyor, benimle ilgilenenleri de ustalıkla kendimden uzak tutuyorum. Kısa cümlelerle konuşuyorum, konuşmayı ilk fırsatını yakalar yakalamaz sonlandırıyorum.

Genellikle gittiğim kafede başımı kaldırmadan kitap okuyorum. Daha çok, yamaçlarda, denizden, aşağılardan, ovadan bakınca görünmeyen köylere gidiyorum. Gitmesi gelmesi kolay, saat başı kalkıyor yoldan köy minibüsleri, götürüp köy meydanında bırakıyor beni. Meraklı gözler, tanımaya hevesli insanlar oluyor köylüler. Her kalkanın, gidenin arkasından konuşuyorlar. Çoğunlukla küfür ediyorlar. Ne zaman birinin arkasından konuştuklarına tanık olsam, küfür ettiklerini duysam gülümsememe engel olamıyorum.

Biliyorum ki benim de ardımdan konuşup, küfürleri savuruyorlar. Köy kahvehanesinde oturup kitap okumama anlam veremediklerini bilmek zor değildi. Neden burası, neden kitap okumak için burasını seçtiğimi anlamlandıramıyorlar sormaya, konuşmaya da çekiniyorlar. Kitap okumaya farkında olmadan duydukları saygıyla beni rahatsız etmemek için kendi aralarında alçak sesle konuşuyorlar. Arada yeni gelen birinin yükselttiği sese, istem dışı dönüp bakıyorum. O da çok geçmeden havaya giriyor, diğerlerine uyuyor, sesini alçaltıyor.

Çoğunu tanıyorum, en küfürbazı kim, en aklı başında olanı, en çalışkanı, fırlaması, fırıldağı hangisi… selamlaşma dışında, hiç konuşmamışta olsam biliyorum.

Garsonlardan öğreniyorum, kendi aralarında hoca olduğuma karar verdiklerini. O büyük şehirlerden birinin kalabalığından, gürültüsünden gittiğimi, kaçıp buraya, bu küçük sahil kasabasına sığındığımı düşünüyorlar.

Hasan KAYA
14 Haziran 2015 Pazar