Birkaç gündür aklımda bir soru gezdiriyorum. Nereye gitsem benimle… Geçen dayanamadım, kitapları indirdim raflardan. Sözlükleri karıştırdım. Kuponla alınmış Ansiklopediler çok işe yaradılar. Konu ne olursa olsun; genel bir firik sahibi ediyorlar insanı.

Karıştırdığım kitaplarda gördüğüm şu; soruma değişik, birçok yanıt vermek mümkün. Üstelik biraz körün fili tarif etmesine benziyor. Herkes kendi oturduğu yerden gördüğünü anlatıyor. Bunda şaşıracak bir şey yok. Düşünürün dediği gibi; Nasıl yaşıyorsak öyle de düşünüyor ve anlatıyoruz.

Değişik katlardan, değişik açılardan aynı avluya bakan, pencerelerden farklı şeyler gören, çizen ressamlar gibiyiz. Avlunun gerçek resmi hangisi… Hangi kattan, hangi açıdan görülüp çizilen gerçek avlu…

Birden fazla avlu mu var yoksa…

Kitapları masanın üzerinde öylece bırakıyorum. Dağınık bir birinin üzerinde… Kimi açık, kimi arasına sıkıştırdığım bir kağıt parçası ile sürdüğüm izi bulmada sonra bana yardımcı olacak.

Çıkıyorum hemen, şimdi hayatın içinde sokaklarda arayacağım yanıtı. Evlerin dış cephelerinde, kapı girişlerinde, kapılarda… Kaldırımlarda, gelip geçenlerin yüzlerinde, öfkeli kalabalıkların iki kaşının arasında.

Saçlarının rüzgarda savulmasında bir kadının. Bir genç kızın türbanında… Caddeleri bir birine katan, son hızla giden bir arabanın tekerleklerindeki devinimde. Korna sesi ile irkilen, kağıt toplayan gencin çektiği el arabasında…

Takke altında saklan kel, sarılan sarık, yarım ay dönen sakal. Vitrinden sokağa atlamış, takım elbise, kravat manken kılıklı, jöleli saçları gülen genç adam. Şık kadınlar, çarşaflı gelinler…

Bir biri ile zıt, bir birini yadsıyan bunca şey nasıl bir arada olabiliyor? Geçmiş, gelecek nasıl şimdiki zaman içinde aynı momente buluşabiliyor?

Sorulara bulaşmanın kötü yanı bu. Siz daha biri ile baş edemeden, yenileri gelir dizilir sıraya. Biliyorum… Henüz o aklımda gezdirdiğim, sokakta bir sürü insana sorduğum soruyu sizlerle paylaşmadım.

Soru şu: Kaç tane Türkiye var ve hangisi gerçek Türkiye?

Sokakta ilginç cevaplar aldım. Bir güzel aydınlandım. Ecevit şapkalı olan hiç düşünmeden; “Bir tane” diyerek devam etti. “Çağdaş modern Türkiye Cumhuriyeti.”

Biraz yüz versem hemen oracıkta kargalardan başlayarak bana bir güzel Atatürk nutku atacaktı. Bir yolunu bulup ben merakımı giderecek soruyu sordum ve kurtuldum.

Çağdaş ve modern nasıl olunur?

Neden bazı sözcüklerin hem Türkçesini hem “gavurca” olanını söyleme gereği duyuyoruz. “Çağdaş, modern.” Bu bir pekiştirme miydi? Emin olmadığımız için, bir pekiştirme ile işin içinden sıyrılmak mı yoksa…

Bir saatten fazla konuştuk. Ama ben hala çağdaşlığın ne olduğunu, nasıl olunduğunu anlamadığımdan, çağdaş ile modern arasındaki farkı sormaya gelememiştim. Anladığım kadarı ile bir özet yapacak olursam. Kim ne derse desin, her biri diğerinden farklı yaşıyor, giyiniyor bu memlekete.

Buna göre; çağdaşlık üç metre bezi nasıl bedenine sardığınla ilgili bir şey oluyor. Modernlik mi; o da onun ikiz kardeşi olmalı…

Çağdaştı, moderndi derken “Kaç tane Türkiye var?” sorusuna asıl cevap dolaylı bir şekilde yeniden veriliyor. Monist, (tekçi) koşullandırmalar, ezberden verilen yanıtlar uzayan konuşma içinde aşılıyor.

Üç metrelik bezle gelen çağdaşlığın doğal sonucu mudur bu. Bilmiyorum. Gördüğüm karışık kafalarda, gerçeğin kendi yolunu bulması son derece zor.

Bu her kesim için neredeyse aynı. Herkes kendi yaşadığı, bildiği Türkiye’yi gerçek Türkiye sanıyor. Onu anlatıyor. Bu bir yere kadar çok doğal. Doğal olmayan, tekçi koşullandırmalar ve ezberden konuşmalarla, herkesimin bir ötekileştirdiği ve yadsıdığının olması.

Doğal değil, çünkü; gündelik hayat içinde, en uçta duranlar açısından dahi kesin çizgilerle bir ayrışmanın olduğunu görmüyoruz. İstemesek de bir birine değen, bir birini tamamlayan hayatlar yaşıyoruz. Başka türlü olması da zaten mümkün değildi.

Şimdilik büyük resmin değişik pazzel parçaları elimizde, onlar üzerinden konuşarak trajik komik bir oyunun değişik sahnelerdeki başrol oyuncusu gibiyiz.

Ne zaman o parçaları bir araya getirir, kendimize ne kadar güleriz, onu yaşayarak göreceğiz…

 Hasan KAYA