Dilimize batı dillerinden giren kavramları kullanmadaki keyfiliğimiz bilinen bir şeydir. Özelikle siyasal terimlerde bu keyfiliğimiz doruğa çıkarken, aynı keyfi yaklaşım, ekonomi, felsefe, hukuk, sosyoloji ve diğer sosyal bilimlerde sürüp gitmekte.

Her şeyin “bizcesini” yaratmayı seven bir yanımız var. Bize göre bir demokrasi, bize göre bir ulusalcılık ve yine bize göre bir laiklik anlayışımız var. Bu “bizceci” yaklaşım yüzünden bazı kavramların bizdeki tanımlarından yola çıktığımızda, çarpık bir bilgilenme ve kafa karışıklığı içine düşmekten kurtulamıyoruz.

Birçok kavramı var eden tarihsel süreçleri toplum olarak kendi deneyimlerimizle yaşamamış olmamız, bu kavramların içselleştirilmesinin önündeki en büyük engelimizdir. Ancak konu üzerine yazan çizen ve bolca konuşanların, en azından kullandıkları kavramların etimolojisini bilmeleri, kimseye karşı değilse de kendilerine karşı duydukları saygının gereği olmalıdır. En azından bu yapılırsa üzerinde tartışılan konunun bilinmesine, anlaşılmasına katkımız olur. Aksi halde sürüp giden kafa karışıklığına yeni bir boyut eklemekten başka bir şey yapmış olmayız.

Bu kısa girişten sonra şimdi asıl üzerinde yoğunlaşacağımız konuya, laikliğe dönebiliriz.

Nedir bu laiklik?

Atatürk İlke ve İnkılâpları içinde saydığımız ve kısaca “devlet işleri ile din işlerinin bir birinden ayrılması” olarak ezbere tekrarladığımız laikliğin sözcük anlamına bakarak yukarıdaki soruya bir yanıt aramaya başlayalım: Türk Dil Kurumu Sözlüğünde: “Laik olma durumu, laisizm.” olarak tanımlandıktan sonra hukuksal anlamı: “Devlet ile din işlerinin ayrılığı, devletin, din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından yansız olması, laisizm.” olarak özetleniyor…

TDK sözlüğünden aktardığımız tanımda devlet işleri ile din işlerinin ayrılığından öte “din ve vicdan özgürlüğünün gerçekleşmesi bakımından, yansız bir devlet anlayışı olması” ilkesinin altını çizelim. Kavramların içselleştirilmesi ve anlaşılır olmasında, sözcük anlamı kadar önemli olan bir diğer unsur da sözcüğün kökenine ilişkin bilgimizdir. Şimdi de laiklik sözcüğünün kökeni üzerine kısa ve özlü bir anımsama yaparak devam edelim.

“Lâiklik; Fransızca’dan dilimize geçmiş olan “laik” sözcüğü, “din adamı olmayan kimse; din adamı dışında kalan halk anlamına gelen Latince “laicus” sözcüğünden gelmektedir. Roma döneminde din adamlarına “Clerici” din adamı olmayanlara da “Laici” adı veriliyordu. Laik aynı zamanda, din dışı – dinle ilgisi olmayan anlamlarına da gelmektedir.”

Görüldüğü gibi, bizde yaygın ama eksik bilinen hukuksal tanımı ile sözcüğün kökensel anlamı bir biri ile örtüşmektedir. Kısaca laikliğin devlet işleri ile din işlerinin ayrılığı olduğu bilgimiz yanlış değil ama eksik bir bilgidir demek zorundayız. Zira bir devletin laik olması, din ile devlet işlerinin ayrılığından başka, o devletin inanç özgürlüğünü tanıması ile mümkün olur.

İnanç özgürlüğü; kişinin istediği dini seçme ve ibadet etmesi olduğu gibi, her hangi bir inanca bağlı olmaması ve/veya inançsızlığı seçmesi özgürlüğüdür de.

Laik devlet, inançlar ve dinler arasında bir ayrım yapamayacağı gibi, gücünü ve devlet olanaklarını bir dinden ve/veya bir mezhepten yana kullanamaz. Bütün dinlere ve inançlara eşit mesafede durmak laikliğin bir gereğidir. Laik devlet, her hangi bir inancın mensupları tarafından belirlenmiş ibadet yerlerine müdahale edemez ve hiçbir şekilde ibadet yerleri arasında bir ayrım yapamaz.

Şimdi bu noktadan sonra Türkiye’deki uygulamasına bakalım.

Zorunlu Din Dersleri, yüz binden fazla cami, imam ve birkaç Bakanlık bütçesinden büyük bir bütçeye sahip Diyanet İşleri Başkanlığı ile Türkiye’nin laik olduğunu söylemek yerine, bunun Türkiye’ye özgü bir “laiklik” olduğundan söz etmek gerektiği açıktır.

Diyanet İşleri Başkanlığının Başbakanlığa bağlı olması ile son tahlilde Diyanet ile birlikte tüm din görevlilerinin amir makamı Başbakanlık olmaktadır. Ast üst ilişkisi içinde en küçük cami imamından Diyanet İşleri Başkanına kadar tüm din görevlilerinin Başbakanlığa bağlı olması, dinin siyasi etkileşime açık olmasından başka, bu din görevlilerinin ve dinin, devlet müdahalesine açık olduğunu göstermektedir. Bu durumda dinin devlete bir müdahalesinden söz edilemese de, devletin dine müdahale içinde olduğu söylenebilir. Ama çoğu kez bunun tersinin de doğru olduğu bilinen bir gerçektir.

İster dinin devlete, isterse de devletin dine müdahalesi, laik bir devletin işi olamaz. Burada söz konusu olan devletin dine müdahalesi, dinin önünün kesilmesi, onun gündelik hayata ve devlet kurumlarına sızmasının önünün kesilmesi değil; bir inancın (Sünniliğin) yaygınlaştırılması ve geliştirilmesine yönelik bir müdahale olarak anlaşılmalıdır.

Devletin dine, dinin devlete bu kadar müdahalesinin olduğu ve kendi içinde karmaşık ilişkiler bütünü yarattığı yerde, laikliğin salt devlet ve din işlerinin ayrılığı olmadığını, dinin aynı zamanda toplumsal yaşamın ve gündelik hayatın dışında olması gerektiğini söylemek anlamsız kalmakta.

Laikliğin en dar ve en basit tanımı ile dahi bağdaştırılması olanaksız mevcut durum ve uygulamalar bir yana, resmi dini kurumları ve bu kurumlarda çalışan yüz binden fazla görevlisi olan bir devletin laik bir devlet olduğunu ileri sürmek trajikomik bir sav olmaktadır.

Kim ne derse desin Diyanet İşleri Başkanlığı ve camiler, Başbakanlığa bağlı birer resmi devlet kuruluşudurlar. Camilerin yapımı, onarımı ve bu camilerde çalışan görevlilerin aylıkları devlet tarafından karşılanıyorsa, bu kurumlar resmi devlet kuruluşları ve burada çalışmakta olanlar da devlet memurudurlar. Bu durumda; Diyanet İşleri Başkanlığı ve cami gibi yer ve kurumların kamuya ait olmaktan çok devlete ait olduklarını ve diğer resmi kurumlardan bir farklığının olmadığını söylemek yanlış olmaz.

Laikliğin en dar tanımı ile “devlet ile din işlerinin ayrılığı” ilkesinin bu biçimde “bizce” uygulanışı, “bizce bir laiklik” anlayışını şekillendirmektedir.

Bu “bizce” laiklik anlayışının nedeni; İslam dininin özel durumu gereği zorunlu olduğu, Avrupa’da uygulandığı biçimi ile bir laiklik uygulamasının Türkiye’de sakıncaları olabileceği savı ile savunulmaktadır. İslam dini Hristiyanlıktan farklı olarak, toplum yaşamından siyasete, devlet örgütlenmesinden ekonomiye kadar her alana müdahale ettiği için devletin bilinçli, aydın din adamı yetiştirmek amacıyla bu uygulama içinde olduğu ileri sürülmektedir.

Ancak; bu söylenenlerin salt İslam için geçerli olmadığını, her dinsel inan dizgesinin bu özellikleri kendi içinde barındırdığını söylemek durumundayız. Hristiyan inancı da orta çağda hayatın her alanına müdahale etmekteydi. Bilindiği gibi laikliği zorunlu kılan ve tarih sahnesine çıkışını hazırlayan asıl etmen de orta çağın Hristiyan inancının müdahalelerdir.

Orta çağın Roma Katolik Kilisesi, ekonomik yaşamın belirleyicisi olduğu gibi, siyasette de son derece belirleyici bir rol oynuyordu. O, hayatın her alanına müdahale edebilen tek güçtü. Bir yandan bu müdahaleci özelliği, diğer yanda toplumda farklı inançların giderek şekilleniyor olması devletin, bir inancın (Roma Katolik Kilisesi) denetiminden çıkmasını ve tüm inançlara aynı mesafede durmasını da zorunlu kılmaktaydı. Laiklik tam da bu koşulların var ettiği bir çözüm olarak şekillendi. Bu mücadelenin çok kolay olduğu ve kilisenin bu günkü konumuna kolay getirildiği düşünülmemelidir. Uzun yıllar süren bir dizi mücadele ile kilise bu günkü konumuna çekilmeye zorlanmıştır.

Çetin mücadeleler sonucu ilk kez Fransa’da laiklik bir anayasa hükmü olarak yer alırken, diğer batı Avrupa ülkelerinin tümünde bir anayasa hükmü olarak yer almaz. Ancak bu devletlerde kilisenin gündelik yaşamdan olduğu gibi ekonomi ve siyasetten uzaklaştırılması mücadelesi ile şekillenen ve giderek gelenekselleşip kalıcılaşan uygulamalardan oluşan bir laiklik anlayışından söz etmek mümkündür. Din ve vicdan özgürlüğü gibi, ibadet özgürlüğünün de sorunsuz yaşandığı bu devletlerin, laik bir devlette olması gereken tüm unsurları içerdiğini söyleyebiliriz.

Bu bilgiler ışığında, durup Türkiye’ye baktığımızda ise çok farklı bir manzara ile karşılaşırız. Laikliğin, Anayasanın değiştirilemez ve değiştirilmesi önerilemez ilkelerinden biri olmasına rağmen, din ve vicdan özgürlüğü noktasında kendi içinde çelişik uygulamaları barındırdığını görmekteyiz.

Anayasanın 24’üncü maddesinin ilk fıkrasında ‘herkes, vicdan, dinî inanç ve kanaat hürriyetine sahiptir’ diyerek “inanç hürriyeti”ni tanımıştır. Aynı maddenin devamında “kimse… dinî inanç ve kanaatleri açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz (m.24/3)” diyerek inanç özgürlüğünü kabul etmektedir. Ancak bütün bu söylenenlerden farklı bir uygulamanın yaşandığı ve gündelik hayata hâkim olduğu da bilinmektedir.

Uygulama ile yasal metinlerin, bazen de Anayasa ile kanunların bir biri ile çelişki içinde olduğunu görmek anlamak için hukukçu olmaya gerek yok. Anayasada bir yandan ‘kimse… dinî inanç ve kanaatleri açıklamaya zorlanamaz; dinî inanç ve kanaatlerinden dolayı kınanamaz ve suçlanamaz’ (m.24/3) denirken, diğer yanda Nüfus kimlik belgelerinde Nüfus Kanunu’nun 43’üncü Maddesi gereği din hanesinin doldurulması yolu ile yurttaşlar dini inançlarını açıklamak zorunda bırakılmaktadırlar.

Din ve vicdan özgürlüğünün sözde bir özgürlük olarak kalmasının asıl nedeninin, devlet ile din işlerinin bir birinden ayrılmamış olması, devletin bir inançla (Sünnilikle) iç içe olması ve o inancın ihtiyaçları için seferber olması olduğunu söylemek hiç de yanlış olmaz. Laikliğin en temel unsuru olan “devlet ve din işlerinin ayrılığının” gerçekleşmediği yerde laikliğin diğer unsurlarının oluşması, din ve vicdan özgürlüğünün tanınması, sorunsuz uygulanması söz konusu olamaz.

Son söz:

Laiklik tanımının nasıl yapıldığı, Anayasa metinlerine nasıl yazıldığı veya yazılıp yazılmadığı, laiklik sözcüğünün önünde ve ardında ne tür bir sıfatın olması gerektiğinden daha önemli olan; laikliğin unsurlarının doğru tespiti ve nasıl uygulandığıdır.

 Hasan KAYA
Perşembe, 16. Kasım 2006