Korku, insan zihninin en derin katmanlarına işlenmiş bir duygudur. Evrimsel olarak bakıldığında, hayatta kalma içgüdüsünün bir uzantısıdır; ancak sosyolojik açıdan incelendiğinde, onun yalnızca bir savunma mekanizması olmadığını, aynı zamanda bir iktidar aracı olarak nasıl kurumsallaştığını görmek mümkündür. Korku yalnızca bireysel psikolojiyi değil, kolektif bilinci de şekillendirir; inançları, davranışları, siyasal refleksleri ve hatta zaman içinde ahlaki normları belirleyen bir çerçeveye dönüşür. Bir toplum korku üzerinden yönetilmeye başlandığında, bu sadece politik bir tercihten ibaret değildir—aynı zamanda, insan zihninin en temel işleyiş prensipleriyle oynayan bir mühendislik sürecidir.

İktidarlar, bu mühendisliği en rafine biçimde uygulayan yapılardır. İktidarın kendisini meşrulaştırmasının en temel yollarından biri, bir “tehdit” inşasıdır. Tehdit, daima belirsizdir, her yerde ve hiçbir yerdedir. Bazen sınırların ötesindeki düşman olarak belirir, bazen içimizdeki hainler olarak resmedilir. Kimi zaman bir ideoloji, kimi zaman bir etnik grup, kimi zaman ise soyut bir komplo olarak karşımıza çıkar. Ancak hepsinde ortak olan, korkunun sürekliliğidir. Çünkü korku sürekliliğini yitirirse, sorgulama başlar—ve iktidar için en tehlikeli şey budur.

Bu nedenle, korkunun iktidar tarafından yönetilmesi, salt bir propaganda meselesi değildir. Daha derin bir yapının parçasıdır: Gerçeğin doğasına müdahale edilmesi. Tarih boyunca totaliter rejimler, epistemolojik bir savaş yürütmüştür; yani sadece bilgiye değil, bilginin nasıl işleneceğine, neyin bilinebilir ve neyin düşünülemez olduğuna dair sınırları çizmiştir. Korkunun varlığı, bu sınırları belirleyen en önemli etmendir.

Ancak burada kritik olan nokta, korkunun yalnızca bir baskı unsuru olarak değil, aynı zamanda bir teslimiyet kültürü yaratmak için de kullanılmasıdır. Çünkü korku, insan zihninde yalnızca kaçma veya savaşma refleksini değil, aynı zamanda boyun eğme eğilimini de tetikler. Korku içinde yaşayan bir birey, sürekli bir korunma ihtiyacı hisseder ve bu korunmanın bedeli olarak, kendi özgürlüğünü takas etmeye hazır hale gelir.

İşte tam da burada, özgürlüğün içsel bir değer olmaktan çıkıp, pazarlık edilebilir bir meta haline gelmesi sürecine tanıklık ederiz. Güvenlik karşılığında teslim edilen haklar, iktidarın zaman içinde daha da sağlamlaşmasını sağlar. Düşünce özgürlüğü, muhalefet etme hakkı, sorgulama yetisi—hepsi, birer lüks olarak gösterilir ve giderek daha fazla insan, bu lükslerden feragat etmeye istekli hale gelir.

Bu sürecin en çarpıcı noktası, korkunun yalnızca dışsal bir baskı olarak kalmaması, aynı zamanda içselleştirilmiş bir kimlik haline gelmesidir. İnsanlar artık yalnızca iktidarın baskısından değil, kendi bilinçaltlarının yarattığı otosansürden de etkilenir. Kendini ifade etme korkusu, yanlış anlaşılma korkusu, dışlanma korkusu, düşman ilan edilme korkusu… Tüm bunlar, bireyin kendi zihninde oto-kontrol mekanizmaları geliştirerek, düşüncelerini sansürlemesine yol açar. Ve bu noktada, iktidarın gerçek zaferi ortaya çıkar: Artık baskıyı uygulamak için polis gücüne, yargıya ya da medyaya bile ihtiyaç duymaz. İnsanlar, kendi zihinlerinde inşa ettikleri hapishanelerin gardiyanlarına dönüşmüştür.

Baskının ve korkunun toplumsal zeminde nasıl yayıldığını anlamak için, kolektif hafızanın nasıl işlendiğine de bakmak gerekir. Korkuyla yönetilen toplumlar, geçmişlerini de korku üzerinden yorumlar. Tarih, bir uyarı mekanizması olarak işlev görmeye başlar: “Geçmişte başımıza şu geldi, eğer dikkatli olmazsak tekrar gelebilir.” Bu yüzden, korku sadece bir yönetim aracı değil, aynı zamanda bir zaman algısıdır. Geçmişin travmaları, geleceğin felaket senaryoları olarak yeniden üretilir ve toplum sürekli bir “tehlike kapıda” hissiyatıyla yaşamaya programlanır.

Bu programlama, sadece siyasal düzlemde değil, toplumsal ilişkilerde de kendisini gösterir. İnsanlar birbirine güven duymamaya başlar; çünkü korku, yalnızca devlete karşı değil, komşuya, arkadaşlara ve hatta aile bireylerine karşı da beslenir. Herkesin potansiyel bir tehdit olduğu bir dünyada, dayanışma yerini şüpheye bırakır. Şüphenin hâkim olduğu toplumlarda ise birey, yalnızlaşır. Yalnız birey, en kolay yönetilen bireydir; çünkü dayanışmadan yoksun olan kişi, sistemin sunduğu koruma mekanizmalarına bağımlı hale gelir.

Bu bağımlılık, ekonomik düzlemde de kendisini gösterir. Korkunun bir yönetim biçimi olarak kurumsallaşması, yalnızca politik iktidarın değil, aynı zamanda ekonomik gücün de sürekliliğini sağlar. Sermaye düzeni, korku içinde yaşayan bireyler sayesinde varlığını sürdürür. İşini kaybetme korkusu, yoksulluk korkusu, dışlanma korkusu… Tüm bunlar, insanları daha düşük ücretlere, daha ağır çalışma koşullarına ve daha fazla sömürüye razı hale getirir. Bu yüzden korku, yalnızca bir siyasal araç değil, aynı zamanda ekonomik bir mekanizmadır.

Peki, bu döngü nasıl kırılabilir? Burada verilmesi gereken yanıt, bir reçete sunmaktan ziyade, bu sorunun neden bu kadar önemli olduğunu anlamaktır. Çünkü korkunun yönetim aracı olarak kullanıldığı bir dünyada, özgürlük sadece hukuki veya siyasal bir mesele değil, aynı zamanda varoluşsal bir meseledir. Özgürlük, yalnızca bir hak olarak değil, aynı zamanda bir bilinç durumu olarak anlaşılmalıdır.

İnsan zihni, korkuyla şekillendiğinde, yalnızca kayıplar vermekle kalmaz—aynı zamanda kendi varlığının doğasını da değiştirir. Korku içinde yaşamak, insanın kendisini ve dünyayı algılama biçimini belirler. Ve bu nedenle, mesele sadece siyasal baskılara karşı koymak değil, korkunun düşünce süreçlerini nasıl etkilediğini anlamaktır.

Çünkü korku, yalnızca bir duygu değil, aynı zamanda bir bilgi sistemidir. Ve bu sistem içinde yaşayan birey, neyin mümkün olup olmadığını, neyin tartışmaya değer olup olmadığını, hatta neyin hakikat olup olmadığını bile yeniden tanımlamak zorunda kalır.

İşte tam da bu yüzden, korkunun iktidarı yalnızca yönetim biçimlerinin değil, insan zihninin de bir meselesidir. Ve bu nedenle, onu anlamak ve onunla yüzleşmek, sadece politik bir mücadele değil, aynı zamanda düşünsel ve varoluşsal bir mücadeledir.

Hasan KAYA
16 Mart 2025, Pazar