Uzun zamandır yaptığım şeyler hep aynı. Değişmemesi içinde inatla direniyorum. Birlikte yaptığımız ne varsa şimdi tek başıma yapıyorum. Hep aynı miskin alışkanlıkla kalkıp kahvaltımı hazırlıyorum. Sofrada zeytin, beyaz peynir, biraz tereyağı, bir dilim ekmek, ince belli bardakta ağır demli şekersiz çay.
Toplanıp sokağa çıkışım aynı saate oluyor. Aynı saate, bakkala uğruyor, aynı sigarayı alıyorum. Aynı keyifle, birazda kendime kızarak aynı pişmanlıkla içiyorum. Sonra denize hep aynı yerde iki tane taş atıyorum. Uzun yürüyüp aynı bankta oturup, aynı denize bakıyorum.
Sessiz direkler uzanıyor gökyüzüne. Anlamsız aralıklarla, yırtılmış bir tel örgüyü ayakta tutan kimsesiz direkler. Değdi değecek derken gri bulutlara, gölgesini düşürüyor çimenlerin üzerine. Denizlere taş doldurduk, hayatımıza acıları. Mavisine arkamızı döndük, içinde kaybolduğumuz, birbirimizi yitirdiğimiz o uzak şehirlerin betonlaşan sessizliğine sığmayan, yalnızlığımızın fotoğrafını çekiyoruz.
Her sabah burada nereden çıkıp geldiğini hala bulamadığım, aynı sokak kedisi yanıma sokuluyor, aynı mırıldanmalarla, beraber getirdiğim peyniri yiyor.
Siyah beyaz bir fotoğrafta gerinen, gölgesinin altında ezilen, sokağın başını tutan kedi bu. Kaçmasından korkarak, parmak uçları ile dokunarak başını okşuyorum. Tüylerinin yumuşaklığı, başının sıcağı parmak uçlarında kendine bir yer bulurken, bir şeyler demek, uzun uzun gördüğüm düşleri, gidemediğim uzakları anlatmak geliyor içimden. Söze başlamadan, yüreğimin aklıma yenildiği yerde, bir kedi ile konuşmanın anlamsızlığı, bütün anlamlarından uzaklaşarak beni susturuyor.
Kalkmaya yakın, şiir kitabı alıp evden çıkmadığıma üzülüyorum. Biri kediye, biri denizin mavisine şiirler okur, biraz daha uzun otururdum diye aklımdan geçiyor. Bir kez daha yenilsin istemiyorum yüreğim, “Deniz ne kadar anlarsa, kedi de o kadar anlar, sever şiiri” diyorum.
Ellerim toplanıyor, gitme vakti gelmiş. “Ben gidiyorum kedicik” diyerek yola çıkarken kedinin arkamdan baktığından nedense eminim. Dönüp bakma istediğimi her seferinde çocukça bir inatla yeniyorum. Aynı inatla, yenilenen zaferime sevinemiyorum. İçim içimi yiyor, arkamdan bakmadığını düşündükçe. Nankör diye bilinen kediler, bir insan kadar nankör olabilir mi?
Cevapsız bırakıyorum, kendime sorduğum bütün soruları. Acıtan bir sessizlik olmasından korkuyorum sabahın yola düşen. Yol boyu kediye vermek istediğim adlarla oyalanıyorum. Hemen uzun bir liste oluşuyor. Hiçbirinde karar kılamıyorum. Şimdiden belli, yarın da bir adı olmayacak, “kedicik” diyerek ayrılacağım ondan…
Yorgun adımlarla girdiğim sokağa evlerin gölgesi düşmüş, güller kokuyor. Komşulara yakalanmadan eve ulaşmaya çalışıyorum. Hızla sokağı tutmuş sıralı sessizliği geride bırakıyorum. Kaybedecek zamanım yok, sözüm var, çalışma masamda siyah beyaz fotoğraflar ve bir öykü bekliyor beni. Telaşımı, uzaktan gördüğüm sabaha kokan güllerin kokusuyla yeniyorum. Bahçe kapısını açıyorum, yolumu kesiyor, geceden çaldığım gül dalında küpe kızıl yıldız.
Hasan KAYA
27 Ağustos 2018 Pazartesi
Fotoğraflar: Ayşe K Ekmekçi