Çok Partili Dönem ve Dışa Bağımlılık (1946–1960)
1946 yılı Türkiye tarihinde hep önemli bir dönüşümün tarihi olarak anılır. Bunu değişik çevreler farklı yorumlamakla birlikte ortak olan kanı, 1946 yılının Türkiye için bir dönüm noktası olmasıdır. Hem iktisadi hem siyasi anlamda birçok değişimin yaşandığı yıl olmasıyla gerçekten anılmaya değer bir dönemi simgeler.
Öncelikle çok partili parlâmenter sisteme geçilmesiyle ülkedeki tüm siyasal yapı bir farklılaşmayı yaşar. Siyasi alandaki bu büyük dönüşüm “1946 yılına iktisadi bakımdan da bir dönüm noktası niteliği kazandıran özellik, 16 yıllık kesintisiz olarak izlenen kapalı, korumacı, dış dengeye dayalı ve içe dönük iktisat politikalarının adım adım gevşetildiği; ithalatın serbestleştirilerek büyük ölçüde artırıldığı; dış açıkların kronikleşmeye başladığı; dolayısıyla dış yardım kredi ve yabancı sermaye yatırımları ile ayakta duran bir ekonomik yapının yerleşmesi olmuştur.”[1] Oysa savaş sonrasında ülkenin hiç de dış yardım ve kredi almasını gerektiren bir durum yoktu. 1946 yılı ithalat hacminin iki katı olan döviz rezervleri ve (250 milyon dolar) 100 milyon dolara yakın dış ticaret fazlasıyla ülkenin hiç bir dış yardım almasına gerek yokken, Truman Doktrini ve Marsall Planı çerçevesinde yardımlar almasının hiç bir mantıksal izahı yoktur.
Alınan bu yardımlarında etkisiyle, 1946–1953 yılları arasında savaş yılları ile kıyaslanmayacak değişimler ve dönüşümler yaşanmış, gelir dağılımı her kesimde artma göstermiştir. Yine bu dönemde uluslararası kuruluşlarla ilişkiler kurulmuştur. IMF, Dünya Bankası, Avrupa İktisadi İşbirliği Örgütü bunlardan bazılarıdır. Yine bu dönemde NATO’ya girilmiş Kore’ye asker gönderilmiştir.
Bu dönemde çoğu Amerikalı olan ve sistemli bir biçimde Türkiye’nin izlediği eski politikaları eleştiren, korumacı, devletçi politikalardan vazgeçilmesini salık veren araştırma raporları yayınlanmış, bu yolla yöneticiler etki altına alınmaya ve kendi iktisat politikalarının etkin olmasına çalışılmıştır. Bir süre sonra da, kendi “kurumlarında ve üniversitelerinde ‘yetiştirilen’ Türk uzamanlar, aynı doğrultudaki önerilerin hararetli savunucuları olarak Türkiye Cumhuriyeti kamu yönetiminde egemen olacaklardı.”[2]
Konumuzla doğrudan ilgili olmamakla birlikte bu türden araştırma ve raporlara bir örnek olması anlamında uzunca bir alıntıyı buraya aktarmayı uygun buluyorum.
ABD hükümetinin resmi danışmanlığını yapan M.W Thornburg resmi raporlarda ve daha sonra kaleme aldığı makale ve kitaplarda “Türkiye’nin yararına” bazı önerilerde bulunur. Bunlardan bazıları kısaca şunlardır. Üçüncü Beş Yıllık plandaki bazı tasarıların imkânsızlığını iddia ederek, Türkiye’nin bir ağır sanayi kurma hayalinden vazgeçmesini söyler. Ankara’da kurulması düşünülen bir lokomotif fabrikasının ve yan sanayilerinin kurulmasına ise hepten karşı çıkar. “Uçak ve dizel motorlarıyla sair girift makineler imali için Ankara’da bir fabrika tesis etmek tasavvuru da aynı sınıfa dâhil edilebilir. Lokomotif imaline ve bu sayfalarda zikrettiğimiz sair imalata ait tasavvurları da aynı şekilde telakki etmemiz lazım. Bu gibi tasavvurları hazırlayan veya mütalaa eden kimselere Amerikalılar iyi mesai arkadaşları nazarıyla bakmayacakları gibi, memleketin mali kaynaklarını böyle projelere tahsis eden bir hükümetin de yabancı sermayedarlara itimat telkin ettiği iddia olunamaz.”[3] Uzayıp giden bu incileri ile Mr. M.W Thornburg asılında bağımlılıktan kurtulmamayı ve bu yöndeki her çabanın da yabancı sermayeye güven vermediğini söylüyor. Devam eden satırlarda ise Türkiye’nin ancak bazı el aletleri yapımını ve tarımda kullanılacak bazı araçları üretmesini ve bunları da mutlaka ABD uzmanlarına danışarak yapmasını öneriyor. Ancak onların gerekli gördüğü ürünlerin üretimi veya montaj sanayisi ile imalinin yapılmasını öneriyor.
Değerli ABD hükmet danışmanı, o dönemde Türkiye’nin suni gübre fabrikası kurmasını da eleştiriyor. Ama bütün bunlardan da daha cüretkarca olanı, Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın kapatılması isteğidir. “Karabük’ü Türk halkının hakiki ihtiyaçlarının temini uğrunda feda etmek, ilgili Türk makamlarının cesareti ve gerekli değişikliğin tahakkuku için Türkiye’ye yardım edebilecek Amerikalıların bilgi ve hüneri için bir imtihan olacaktır.[4]
Ağır sanayisi olmayan bir ülkenin nasıl gelişmiş bir ülke olacağı ve var olan Karabük Demir Çelik Fabrikası’nın kapatılmasının Türk halkının nasıl yararına olacağını sormaya bile gerek yok. Bu tür istemlerin altında yatan niyet açıktır; daha fazla dışa bağımlı bir Türkiye istemidir bu. Bu dönemde Türkiye’nin sanayileşme yolu ile değil daha çok tarımsal üretimle kalkınmasının doğru olacağı telkin edilmiştir. Ancak tarımsal üretimle kalkınması düşünülen ve önerilen bir ülkede suni gübre fabrikasına ise gerek duyulmamaktadır. Bütün bu söylenenleri alt alta koyduğumuzda çıkan sonuç yukarıda da belirttiğimiz gibi daha çok dışa bağımlı bir Türkiye istemidir.
1950–1954 yılları arasında Türkiye tahıl ürünleri satarak büyük gelirler elde eder. Bu Türkiye tarımının da geliştiği yıllar olur. Sözü edilen bu dönem Kore savaşının öncesine denk düşer. Bu dönem ABD ve Kanada ürettiği tahılı savaş öncesi stoklar. Buna bağlı olarak da Türkiye tahılı uluslararası pazarlarda alıcı bulur. Ancak bu durum uzun sürmez. Kore Savaşı’nın ardından ABD elindeki stokları pazara sürerek büyük fiyat düşmelerine neden olur. Kısa süreli tarım alanındaki canlanmanın da sonu olan bu gelişmeler, alınan kredilerin ödemesinde güçlüklerin yaşanmasını beraberinde getirir ve bu da liberal söylemlerle iktidara gelen DP’nin bu politikalardan vazgeçmesini zorunlu kılar.
Hasan KAYA