Gecelere sığmayan düşlerimiz olur, ter kan içinde uyandığımız sabahlarımız. Hiç kimseye anlatılmamış, yol öykülerinin en zor yerinden gün geçer.
Zeytinlikler içinden geçer, gider bir denize susarız.
İlla mavi olmak zorunda değildir hiç bir deniz. Petrol mavisi, kurşun rengi, ağır günlerin altında rengini arayan denizler de geçtik, sahillerinde umutlarımızı bir başına ve yalnız bıraktık.
Sonra o yorgun akşamlar, demli çay tadının buruk inceliği, bahçe içinde kilimler serilmiş sedirlerde, içi saman doldurulmuş yastıklara sırtımızı verdik, uzun söyledik, uzun dinledik o söyleşilerde. Sisli geçmişten beyaz kireç boyalı duvarı aşarak, anılar birer ikişer düştü bahçe içine.
Ne demiştim, “çocuklar gülmüyorsa, açmaz çiçekler. Çiçekler açsın bin bir renk, koksun. Hepsini görmem gerekmiyor, kokusu da yeter akşama…”
Bütün o akşamlarda sayfalar dolusu sustuğum sen ol. Neresinden başlayacağımı bilmediğim bir yol öyküsünün, en zor tümcesini nasılsa özlemler yazar her zaman olduğu gibi.
Yan yana, sırt sırta vermiş evler, birinden ötekine kelebeklerin çiçek kokusu taşıdığı bahçeler. Dalları duvar aşan öteki bahçelere sarkıtan kiraz ağaçları, incir moru, zeytin yeşili…
Birkaç ev ötede, komşunun bahçesinde radyodaki türküye eşlik eden genç bir adam sesine, katılıyor yorgun bir kadın incinmiş sesi. Bu türküler hep birlikte söylenince başka güzel, başka yanık oluyorlar…
Uzakların yorgunu dizlerimde sırasını bekliyor geceye uzanacak bağlamanın sesi.
Bam telime dokunan yıldızlar.
Hüzünlü bir türkünün, doğrulan ezgisiyle uzaklarında çıkıp sen geliyorsun. Sensizliğin aynalarda kırılan gölgesi altında, bir görünüp bir kayboluyorsun. Özlediğimi anlatıyor karanlıktan geçip bahçeye düşen sesin…
Gözlerin geliyor aklıma, basmaya hazır peri kızları geceyi…
Hasan KAYA
23 Şubat 2016 Salı