Geçen Deniz Çınarı izliyorum, oynadığı oyuncakları bırakıp sehpa üzerindeki televizyon kumandasını alıp babasına koşuyor, sonra büyük bir hayal kırıklığı ile dönüp oyuncaklarıyla oynuyor. Bunu yılmadan birkaç kez tekrarladı. Babasından umudu kesince bana döndü. Televizyon kumandasını elime verip çizgi film açmamı istedi. İşini iyi biliyor, bana bir şey yaptırmak istediğinde Türkçe ısrarımdan, Almanca konuşmayı bir kenara bırakıp çok iyi bir Türkçeyle beni kafaya almaya çalışıyor.
İşine gelmezse de ne rast gelirse…
Elimde televizyon kumandası babasına baktığımı kaçırmadı, hemen elini gözüme siper edip babasıyla göz göze gelmemizi engelledi. Üstüne bir de “lütfen” deyince yapacak bir şey kalmadı, kullanılmaya hazırdım artık.
Çaresiz, eğilip kucağıma aldım ve istediğini yaptım. İzlediği de hep aynı.
Dinozorlar…
Otçul Apatosaurus, dinozorların en büyük, en heybetlisi, ama en mazlumu. Büyük gövdesiyle yavaş devinimlerle ağaçların en tepelerinden yapraklarla besleniyor. Beklenen sahne yakın, (kucağımda oturan Deniz Çınar’ın gerginliğinden anlıyorum) birden bire gök gürültüsünü andıran bir kükremeyle kadraja, etçil Tyrannosaurus giriyor.
Deniz Çınar, telaşla bana dönerek, “T-Rex” dedi. Heyecan, korku, merak bir birine karışmış, gözleri kocaman açılmıştı. Kendime bastırıp, “bu korkunç şey” diyerek korkusunu yenmesine yardımcı olur umuduyla sıkıca sarıldım, kendime bastırdım. Normal zamanlarda böyle sarılmaları sevmiyor, istemiyor. Fırsatını yakalamışken iyice bir sarılıyorum. Hiçbir şey umurunda değil, gözlerini ekrana kilitlemiş, “Hıı hıı” demekle yetiniyor.
Bir başka dünyadaydı artık.
Bir an için çocukluğumun dünyasının da en az dinozorların dünyası kadar gerilerde bir yerde kaldığını düşündüm. Nesli tükenmek üzere olan bir nesli temsil ediyorum diyerek dinozorluğumu ilan etmek değil niyetim. Ama iki kuşak sonrası yaşanan bu büyük farklılık, birbirinden çok farklı dünyaların çocukluğu yeterince şaşırtıcı. Kerpiçten bir ev, harman yerinde öküzlerin çektiği döven üzerinde dönen, bildiği en ileri teknoloji radyo olan bir çocukluktan buraya…
Dört yaşımda birkaç metre ötemden bir kurdun kuzuyu kapıp kaçmasına tanık olmuştum. Deniz Çınar bunu asla yaşayamayacak. O kurdu sadece canlı olarak hayvanat bahçesinde görebilecek. Ya da ne biliyim bir gün Afrika’ya yolu düşer de, Safariye katılırsa…
Benim hiç oyuncağım olmadı. Ama babamın ayağıma yaptığı çarık oldu. Deniz Çınar belki oyuncaklarından söz edecek ileride bir gün, ama hiçbir zaman babasının ona aldığı marka ayakkabılardan söz etme gereği duymayacak.
Mesela ben babamın ayağıma yaptığı çarığı bir fırsatını bulup hevesle anlatmaya çalıştığım gibi, Deniz Çınar asla babasının ona aldığı marka ayakkabısından söz edemeyecek.
Dünyamızın 65 milyon yıl önceki sakinleri, bir çizgi filmde bile bizi ürkütüyorlar. Dinozorların devasa büyüklüğü, yırtıcılığı, günümüz dünyasının bütün korkunçluğu, adaletsizliği anlamını yitiriliyor, kendimizi daha güvende duyumsuyoruz.
Dinozorların yer yüzünden silinip gitmiş olmasına, göktaşının dünyaya çarpmış olmasından hiç şikayetçi değildik. İyi ki çarpmış, iyi ki dünya değişmiş. Hiç kusura bakmasınlar, bu sevincimi, hayvan severlerden saklayacak değilim. Çünkü dinozorların kıyameti, insanın var olmasının koşullarının oluşmasını sağladı. Bu konuda, bilim dünyasının yalancısı olmakta hiç bir sakınca görmüyorum.
Sürekli değişen bir dünyada, güneşin gözüyle bakan Mitra’nın önümüze düşürdüğü ışıkla değişerek yolculuğumuza devam ediyoruz.
İnsan, itirazları, karşı çıkmalarıyla değişimin içine doğuyor, değiyor sürekli.
Bu coğrafyanın (Efes) en büyük devrimcilerinden biri olan, Heraklitos değişimi, “Aynı nehirde iki defa yıkanılmaz” diyerek 2500 yıl önce kayda geçirdi. Bakmayın siz, “Dünya değişse, ben değişmem” diyenlere. Onlar da, en az içine girdiğimiz nehir kadar değişerek soyunup giriyor hayatın içine… hayatı benzersiz kılan da belki budur. Tekrarı olmayan bir tarih, ikinci şansa kapıları kapatan bir hayattır yaşadığımız…
Hasan KAYA