Batıda Rönesans’la başlayan Aydınlama ile süren dönem bilimsel düşünme sürecinin başlangıcıdır. Bütün batıyı saran bu rüzgar batıda büyük ve köklü değişimlerin olmasına neden olur. Bu etkinin dışında kalan Türkiye bu süreci izlemekle yetindi. Osmanlının sınırları Avrupa’nın içlerine kadar uzandığı halde bu dönemden neden etkilenmediğini yazımızın sonraki bölümlerinde açmaya çalışacağız.
Üzerinde çokça tartışılan bu süreci yakalayamayan Türkiye 1800’lerin başından itibaren yönünü batıya döner. Batı da yaşanan olguları kavramadan Türkiye’ye getirmek demek olan bu gelişim ülkede zaten mevcut olan sorunlara yeni sorunlar ekler.
Batıda ki gelişmelerin tarihsel bir sürecin sonuçları olduğunu anlayamayan Türk Aydını orda yaşananları olduğu gibi Türkiye’ye aktarmaya kalktı. Tanzimat ve daha sonra Genç Osmanlılar (1876) ve onların devamı ve mirasçıları olan Jön Türkler (1908) bu mantıkla hareket etmişlerdir.
Osmanlının son dönemleri batıyı yakalama adına batılaşma hareketlerinin en çok yaşandığı dönemdir. Birinci Dünya Savaşı ve ardından Kurtuluş Savaşı ve Ulusal bir devlet kurma projesi de bu anlayıştan pek kurtulamamıştır. Ulusal Mücadelenin önderleri de aslında Genç Osmanlılar ve Jön Türk hareketlerinden etkilenmiş unsurlardan oluşmaktadır. Mustafa Kemal her ne kadar Jön Türk hareketinden uzak durmuş ve saraya daha yakın bir konumda gözükse de bu akımlardan ve bu akımların etkilendiği Aydınlama dönemi yazar ve düşünürlerinden etkilenmiştir. Jön Türkleri en çok etkileyen J.J Rousseau, Descartes, Montesquıeu, ve diğerleri gibi düşünürlerin eserlerini okuyan M. Kemal, Montesquıeu “Sağlam kafa sağlam vücut da bulunur” sözünü olduğu gibi kullanmakta bir sakınca görmemiştir.
Batı da ulusal devletlerin kuruluşunu zorunlu kılan olgular Türkiye’de yeterince oluşmamış olmasına rağmen ulusal bir devlet kurma çabası sorunlarımızın temelini oluşturmaktadır.
Türkiye de ulusal bir sermaye henüz oluşmamış, var olan sermayenin de ulusal bir devlet ve ulusal sınırlar diye bir derdi yok iken ulusal bir devlet kurmak bir aydın düşü olmanın ötesinde bir anlam ifade etmez. Bütün Cumhuriyet dönemi bir anlamda uluslaşma surecinin tamlanması sureci olarak yaşanmaktadır. Hala uluslaşma surecini yaşadığımız konusunda ciddi veriler var. Bu gün yaşanan bir çok olay bu savı doğrular niteliktedir.
Cumhuriyet Halk Partisi (M. Kemal’in CHP’si) ve onun altı oku özünde ulusal bir devlet kurma projesinden başka bir anlama gelmez. Ulusal Devlet kurma talebi tarihsel bir surecin ve ulusal burjuvazinin vazgeçilmez talebi olmadığı içindir ki devlet eliyle ulusal burjuvalar yaratılmaya çalışılmıştır. Halkın ve genç TC devletinin sınırlı kaynaklarıyla burjuvalar yaratılmış ve ulusal üretim yapılmaya çalışılmıştır. Bir çok alanda devlet bu görevi kendisi üslenmek zorunda kalmıştır.
Yukarıda sıraladığım nedenler ve tarihsel gelişme genel olarak bilinen bir olgudur. Bu konuda benim katkım sadece bir aktarma ve sınırlı bir yorumdan ibarettir. Ancak benim düşünceme göre; Bu ulusal devleti yaratma konusunda verilen çabalar batıya yetişme adına ve orada yaşanan sureci iyi kavrayamamaktan kaynaklanan bir dizi hata ile sürdürülmüştür. Ümmetçi bir toplumdan ulusal değerler ile bir arada yaşayan bir topluma doğru olan evrimleşme milliyetçiliğin aşırı derecede abartılmasıyla ve değim yerindeyse tabulaştırılmasıyla sağlanmaya çalışılmıştır. Bu günde bu tabu yıkılmış değildir.
Dünyanın hiçbir uygar ülkesinde özellikle İkinci Dünya Savaşı ve Nazı Almanya’sı deneyinden sonra insanların milliyetçilikleri ile övünmesi söz konusu değilken bizde insanların milliyetçi olmaları neredeyse bir zorunluluktur. Aynı olguyu birey ve devlet, ordu ilişkilerinde de görüyoruz. Ulusal bir devlet yaratma projesi o kadar ileri gitmiştir ki batıdan alınma tüm kavramlar ve değerler bu projeye uygun hale getirilmek adına çarpıtılmış veya içi boşaltılmıştır.
Biz de sürekli “Türk vatandaşı “ denir ama biliyoruz ki milletlerin vatandaşları olmaz. Olsa, olsa Devletlerin yurttaşları olur. “Türk insanı” deyimi de yine aynı amaçla yanlış ve sanırım kasıtlı kullanılmakta. Milliyetçiliğe bu oranda vurgu yapmak sanırım ümmetçi bir toplumun en kısa zamanda milli bir topluluğa dönüşmesini sağlamak amacı güdüyordu.
Sözün kısa ve özü su ki; Bizde var olan hiçbir kurum kendi özgün gelişme sürecini yaşayarak var olmamıştır. Bazen iç bazen diş nedenlerden dolayı ve çoğu kez de “çağı yakalamak” adına aceleci ve ne yaptığının pek de ayrıtında olmadan oluşturulmuştur. Birkaç örnek verelim. Demokrasi, sendikalar ve sendikal hareket, kadın hakları.
Demokrasi için Türkiye’de kim ne zaman mücadele vermiştir?
Bunu bilen kimse yoktur. Gerçi istendiğinde bu alanda mücadele veren marjinal grup ve insanların olduğunu göstermek mümkündür ama benim sözünü ettiğim kitlesel mücadelelerdir.
Tarihimizin hiç bir döneminde kitlesel mücadeleler ile kazanılmış bir hak yoktur. Demokrasi konusunda da olan budur. İkinci Dünya Savaşı sonrası Marşal planı çerçevesinde belki de bir gecede demokrasiye geçeceğimize karar verilmiştir. Sendikalar konusunda da öyle kayda değer mücadeleler olmamıştır. Bundan dolayıdır ki 12 Eylül hareketi gibi bir darbe ile sendikalardan ve demokrasiden vazgeçilmiştir.
Kadın hakları da mücadele ile kazanılmış haklar değildir. Avrupa da kadınların onlarca yıldır verdikleri mücadelelere eş mücadeleler yoktur bizde. Seçme seçilme hakkını, ne anlama geldiğini dahi bilmediği bir dönemde kucağında bulmuştur. Bundan dolayıdır ki kıymetini bilememiş ve zaman için de olduğu konumun çok gerisine düşmüştür. Butun diğer alanlarda olduğu gibi bu alanda da mücadele edenler olmuştur. Ancak bu mücadele edenler yönetimi zorlayacak ve taleplerini kabul ettirecek kadar güçlü ve olgun hareketler düzeyine hiçbir zaman ulaşamamışlardır. Birilerinin bu alanlarda mücadele etmeleri, ediyor olmaları genellikle abartılmış ve bu hakların kazanılması bu unsurların mücadelesi sonucu olduğu yanılsamasına neden olmuştur.
Hangi alanda olursa olsun gelişmeler bizde aydınların hareketi olmuş ve olmaya devam etmekte. Batı da halk hareketleriyle kazanılan ne varsa bizde aydınların halk adına düşünüp en iyisi olduğu kararı sonucu uygulama konmuştur. Ulusal devlet oluşturma projesinden sendikal harekete, kadın hakları ve demokrasi ve en sonu sol hareket dahi bu gelişimden kendini kurtaramamıştır.
Batıda sol akımlar ve sosyal demokrat hareket işçi sınıfının onlarca yıllardır verdiği mücadelenin sonucu oluşmuşken bizde bir aydın hareketi hatta yarım aydın hareketi olmuştur.
Hasan KAYA