12 Eylül Darbesi sonrası solun neden eski kitlesel büyüklüğe ulaşmadığı entelektüel bir tartışma konusu yapıldı. Gerçek ise onun temsil ettiği, sınıfın çözülmüş ve artık eski kitlesel büyüklüğünden çok uzakta olmasında yatıyordu. O geçmişte olduğu gibi bugün köylülüğün kitlesel büyüklüğü ile doğru orantılı kitlesel büyüklüğe sahiptir.
Yabancı sermayenin, kendisi için ülkenin dengeli gelişmesini göz ardı eden istemleri sonucu, kır ile kentlerin arasında olması gereken dengeler hızla bozulmaya başladı. Yabancı sermaye ve yatırımları sanıldığı gibi çok büyük istihdam sahası yaratmıyor. Ama çok büyük karları kendi ülkesine götürerek sınırlı bir istihdam sahası yaratıyor. Örneğin “Bütün yatırımı 358 bin dolarlık makine ve teçhizat olup tek kuruş nakit getirmeyen bir İsviçre-İtalya ortak firması, tam 3 milyon 300 bin dolar kar transfer etmiştir.”[1] Çarpık sanayileşme ya da başka bir söylemle ülkenin sanayileşmemesine bir de nüfus artışı eklendiğinde işgücü arzı hızla artıyor.
Kapitalist sermayenin ülkeye gelmesi ve çarpık da olsa kapitalist üretim tarzının gelişmesi, geleneksel kırsal yapıların çözülmesini de gündeme getirir. Topraktan toplumsal yararlanmadan, hızla toprağın özel mülk edinilmesine geçilir. “toprağın özel mülkiyeti ve böylece de doğrudan üreticilerin topraktan koparılmaları -ötekilerin mülksüzlüğünü gösteren, birinin özel mülkiyeti- kapitalist üretim tarzının temelidir.”[2] Kapitalist üretim tarzı geliştikçe küçük köylünün kendi kendine yeterliği de sarsılır. Beslenme gereksinmeleri için, tarım üretiminin yanı sıra arta kalan zamanda diğer bazı gereksinmelerini de, oluşturduğu ev sanayisi ile karşılar. Bu ev sanayisinin bazı ürünlerini pazarda satarak kendi içinde bir dayanıklılık ve yeterlilik oluşturur.
Kapitalizmin gelişmesi, daha ucuz kapitalist ürünlerin ister imalı isterse ucuz ithalatı “kırsal ev sanayisini ele geçirerek yıkar ve köylü ailesi, büyük-ölçekli sanayiye hammadde üreticisi ve gene bu büyük-ölçekli sanayinin sınaî ürünlerinin tüketicisi durumuna gelir. Bu, büyük ölçekli sanayiye, bir iç pazar yarattığı kadar, köylü ailesi de kendi kendine yeterli bir birim olmaktan çıkar. Ürününün küçük bir kısmını da olsa meta olarak üretmeye ve gereksindiği nesneleri meta olarak tüketmeye başladığı ölçüde, içyapısı, eski sağlamlığını yitirir ve çözülmeye başlar.”[3]
Küçük köylünün yıkımı ve çözülmesinin tek nedeni kırsal ev sanayilerinin büyük-ölçekli sanayiler tarafından el geçirilmesi değildir. Bir başka neden de küçük köylünün borçlandırılması yoluyla büyük toprak sahipleri tarafından toprağına el konulması yoludur. Büyük ölçekli tarım üretiminin gelişmesi ve yaygınlaşması, tarım ürünlerinin fiyatlarını düşürürken tarım üretimini pahalılaştırır. Nitelikli tohumlar, sulama, gübreleme ve tarımda makinelerin kullanılmasıyla tarım üretiminin pahalılaşması, küçük köylünün yıkımını hazırlayan bir başka neden olur. Tarımsal üretimin pahalılaşması, köylünün tefecilerin eline düşmesinin de bir nedenidir.
Küçük köylünün yıkım sürecini hızlandıran bir başka neden de “Toprağın ikinci bir ekini oluşturan ve koyun (hayvan) yetiştirilmesine olanak sağlayan köy topluluğunun ortaklaşa topraklarını oluşturan mera, otlak ve çayırların, büyük toprak sahipleri tarafından gasp edilmesi”[4] olgusudur.
Küçük köylü açısından ev sanayisi ne ise, küçük ölçekli hayvancılık yapması da o anlam ve değere sahiptir. Onun kendini geçindirme ve iç dayanıklılığını sağlayan bir yan etkendir.
Kırsal yapıların çözülmesinin bir başka nedeni de artan nüfustur. Küçük köylünün aratan nüfusu tarım alanlarının darlığı nedeniyle topraktan kopmasını ve göç olgusunu gündeme getirir. “1965 sayımı ile 1970 sayımı arasında, yani beş yıl içerisinde, Türkiye kırsal nüfusu, 20.542.717’den 21.880.934’e yükselerek %6,5 oranında artış göstermiştir, aynı beş yıl içerisinde kırsal nüfus yoğunluğu 29’dan 31’e çıkmıştır.”[5] Görüldüğü gibi sözü edilen yıllar içinde kırsal nüfus artmıştır. Kırsal nüfusun artmasıyla köy yoğunluğu da buna paralel olarak artış göstermiş ve bu köy yoğunluğu içinde topraksız köylü de artmıştır.
“Topraksız ailelerin sayısı 1950’de 336.746, 1968’de 479.721 ve 1973’te 829.155’tir. Topraksız ailelerin topraklı ailelere oranı, aynı yıllar sırasına göre %19,5, %17.52 ve %21.85’tir. Bir başka deyişle, topraksız ailelerin, topraklı ailelere göre sayısı 23 yılda, yarım milyon artmış bulunmaktadır. Bu artışın nüfus olarak ifadesi, yaklaşık 2,5 milyon demektir.[6] Bütün bu gelişmelerin bir sonucu olarak “şehirlere göç olgusuyla” karşı karşıya kalındı. Belli başlı merkezlere olan bu göçlerin “en önemlisi İstanbul ve Marmara bölgesidir. 1965 yılında Bursa’nın da eklenmesiyle bu bölge daha da genişlemiştir. Türkiye’nin birinci ve beşinci en büyük kentlerini içine alan bu bölge 1965 yılında dışarılıkların yani doğdukları bölgenin dışında bir bölgede yaşayan nüfusun % 34,5’ini barındırır. Yalnızca İstanbul’da aynı yıllar içinde bütün Türkiye’deki dışarlıklı nüfusun % 27,5’i yaşamaktadır”[7]
Ülke sanayisinin ihtiyaç duyduğu emek gücünün çok üzerinde olan bu göç dalgasının bir nedeninin de, sanayinin gereksinim duymasından çok kırsal kesimdeki bir itmenin sonucu olduğunu gördük. “Bu itme ise, üretimde eşdeğerde bir ilerlemenin karşılayamadığı demografik bir artmadan ileri”[8] gelmekteydi
Bütün buraya kadar anlatılanlar kısmen sanayileşen ülkelerin yaşadığı bir gelişimi gösterir. Kapitalizmin gelişmesi sadece kentlerle sınırlı kalmaz kırsal alanda da olur. Kentlerde sanayileşme fabrika üretimine hız kazandırırken, tarımda da makine kullanımı, üretimin daha modernleşmesi, sulama, verimli tohumların kullanımı, suni gübreleme ve benzeri yöntemler, büyük ölçekli tarım üretimini gündeme getirirken küçük köylülüğün çözülmesini de zorunlu hale getirir.
Kentlerin sanayileşmesi, küçük köylülüğün çözülmesi süreci yaşanmadan söz konusu olmaz. Sanayide çalışacak iş gücü olmadan sanayileşme zaten olanaksızdır. Kapitalist ekonomik yapılar geliştikçe sanayinin ihtiyaç duyduğu iş gücü bir yandan şehirlerin küçük zanaatkârlarının işçileşmesi sürecini zorunlu kılarken, bir yandan da küçük köylülüğün fabrika üretimine işçi olarak katılmasını zorunlu kılar
Ancak “Emperyalist sistem içinde, bağımlı ülkede, artı-değerin büyük bir bölümünün emperyalist ülkeye aktarılmış olması nedeniyle biriktirilen artı-değer oranında işçi istihdam edilmediği; buna karşılık, emperyalist ülkede, bağımlı ülkeden sızdırılan artı-değer (ve küçük üreticinin artı-emeği) nedeniyle, ülke içerisinde biriktirilen artı-değere oranla daha büyük sayıda işçi istihdam -edilmesine olanak verdiğinden- kapitalist dünya sistemi içerisinde, emek-gücü metaı, dış alım (ithal) ve dışsatım (ihraç) konusu haline geldi.”[9]
Görüldüğü gibi Türkiye’de(n) göç olgusu hiç de tek başına Türkiye’nin izlediği yanlış ekonomik ve siyasi politikaların bir sonucu değil, dünya kapitalist sisteminin neden olduğu ve bir anlamda kendi yararına oluşturduğu bir olgu olarak karşımıza çıkmakta.
Kırsal yapıların emperyalist kapitalist sistemin istediği hızda tasfiye edilmemesi başka arayışları gündeme getirdi. Çünkü kırsal yapıların çözülme sürecine direnci beklenenden sert bir tepki ile karşılaştı. Sosyalist sol akımlar olarak bu çözülme sürecine direnirken, sınırlı olan işçi sınıfı sayısını da bu çözülmeye direnen kesimlerin bileşeni yaptı.
Sınırlı sermaye birikimi ile kapitalist üretime geçerek sanayi üretimi yapmanın olanaksızlığı kırsal kesimlerin çözülme sürecinin hızını keserken, emperyalist kapitalist sermayenin pazarının genişlemesini de sınırlıyordu. Bu sürecin hızlandırılması 12 Eylül darbesi ile gerçekleşecekti.
Öyle de oldu
70’li yılların ortalarından başlayarak Türkiye Hükümetleri küresel sermayenin ihtiyaç duyduğu bir dizi anlaşmayı imzaladılar. Bunlardan hiç birinden halkın haberi olmadı. Adına “Tokyo Round” (1973 -1979) denilen bir dizi imzalan anlaşmaların adını kimse bilmez bile. “Oysa bu bir dizi anlaşma ile… Gelişmiş 7 (G7) ülke, az gelişmiş ülkelerden ithalat engellerini kaldırmalarını, piyasalarını yabancı tekellere açık hale getirmelerini, tarıma verdikleri destekleri azaltmalarını ve kamunun ekonomik alandan çekilmesi için gerekli adımları atmalarını istemiş ve imzalattıkları çeşitli anlaşmalar ile istediğini elde etmişti.”[10] Bu bir dizi anlaşma çerçevesinde 24 Ocak (1980) kararları olarak tarihimize geçen bugün bile yaşamlarımızı etkilemeye devam eden ekonomik kararlar dizisi de Tokyo raundunun uyum yasasından başka bir şey değildir
İleri sürüldüğü gibi 12 Eylül Darbesi sola, sosyalist hareketlere karşı, işçi sınıfına karşı yapılmış bir darbe olmaktan çok daha başka bir anlam ifade ediyordu. O bugün sonuçlarını yaşadığımız kırsal nüfusun hızla şehirlere akışını hızlandıran bir itme görevi üstlenmişti
12 Eylül Darbesi sanıldığı gibi bir askeri müdahale olmanın ötesinde bir anlam taşıyor. O hala süren bir sürecin başlangıcıdır. Çünkü cumhuriyetin kuruluşundan 1980 yılına kadar geçen süre içinde yüzde 25’e ancak ulaşan kentsel nüfus, darbeden hemen sonra hızla artış göstermiş ve otuz sene gibi kısa bir sürede bu oran yüzde 75’lere ulaşmıştır. Bu elbette ülkenin sanayileştiği kapitalist bir ülke olduğu anlamına gelmiyordu. Bu daha çok kapitalist küresel sermayenin pazarı dışında kalan kırsal nüfusun hızla bu pazara çekilmesi anlamını taşıyor
12 Eylül Darbesini siyasi sonuçları üzerinden değerlendirmek çoğu zaman bizi bir yanlışa düşmekten kurtarmaz. Görünürde sola, içi hareketine karşı olduğu görünümü veren bu darbe özünde küresel sermayenin pazarını genişletmesinin engeli olan köylülüğü çözmesinin radikal yollarından biri olarak Türkiye tarihinde yerini almıştır.
Bu düzeyde toplumun her kesimine nüfus etmiş, etkide bulunmuş etnik ve dini kimlikleri su yüzüne çıkarmış bir darbenin salt sola, sosyalist hareketlere karşı bir girişim olduğunu söylemek son derece sığ bir değerlendirme olur. O, Türkiye’nin bütün sinir uçları ile oynamış, toplumun bir alt üst oluşa götürmüştür
Kaldı ki; bu değerlendirme kendisine paye çıkarmaya çalışan sol örgütlerin değerlendirmesi olarak öne çıkıyor. Elbette onları hedef alan bir boyutu olduğu inkar edilmez. Ancak onları hedefe almasının temelinde de yine bu sınıfsal çatışma yatmaktadır. Çünkü Türkiye sol, sosyalist hareketi sanıldığı gibi bir işçi sınıfı hareketi olmaktan çok, bir köylü hareketidir. Köylülüğün çözülme sürecine karşı çıkan, militanca direnen gücü olmuştur
Bu da onu sol söylemiyle ilericilik savını boşa çıkarmaktadır. Küresel sermayenin Türkiye üzerindeki hesaplarının acımasızlığı bir yana, onun feodal bir sınıf olan köylülüğü çözmeye çalışması onu nasıl ki ilerici yapmaya yetmiyorsa, köylülükle kol kola çözülme sürecine direnen siyasal akımları ve güçleri de ilerici yapmaya yetmez
Anti emperyalist her karşı duruşun ilerici, sol sosyalist olması beklenemez.
Değildir de…
1960’ların başından darbeye kadar geçen süreçte hatırı sayılır kitlesel büyüklere ulaşan sol akımların tam da bu kitlesel büyüklüğü, temsil ettikleri sınıfın kitlesel büyüklüğü ile doğru orantılı olduğunu, onun çözülme ve dağılmasıyla bu büyüklüğün artık bu örgütler için bir hayal olduğunu görüyoruz.
12 Eylül Darbesi sonrası solun neden eski kitlesel büyüklüğe ulaşmadığı entelektüel bir tartışma konusu yapıldı. Gerçek ise onun temsil ettiği, sınıfın çözülmüş ve artık eski kitlesel büyüklüğünden çok uzakta olmasında yatıyordu. O geçmişte olduğu gibi bugün köylülüğün kitlesel büyüklüğü ile doğru orantılı kitlesel büyüklüğe sahiptir.
Ve böylede kalacaktır
Hasan KAYA
8 Eylül 2014 Pazartesi
————————————–
Kayanakça
[1]İsmail Cem, Türkiye’de Geri Kalmışlığın Tarihi sf. 459
[2]Karl Marx, Kapital Cilt 3 sf. 850
[3]Muzaffer İlhan Erdost, Kapitalizm ve Tarım sf. 109
[4]Karl Marx, Kapital Cilt 3 sf. 845
[5]Muzaffer İlhan Erdost, Kapitalizm ve Tarım sf. 118
[6]Muzaffer İlhan Erdost, Kapitalizm ve Tarım sf. 118
[7]Stefanos Yerasimof, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye sf. 818
[8]Stefanos Yerasimof, Az Gelişmişlik Sürecinde Türkiye sf. 824
[9]Muzaffer İlhan Erdost, Kapitalizm ve Tarım sf. 121
[10] Gaye Yılmaz, Nasıl “Çağdaşlaştık” ?, Açık Sayfa Dergisi