Kitabımda altını çizdiğim satırları bir daha okudum, altını çizdiğimiz yaşanmışlıklar gibi, masaya koydum, arkama yaslandım.

Denizin mavisine inen beyaz martılar, uzaktan balıktan dönen balıkçı motorları. Ufukta, gök mavisi, deniz mavisi ile buluşup karışıyor bir birine…

Ondan uzaklarda sarı sıcak suskunluk…

“Nerede kaldı bu kahve” diye söylenecektim ki vazgeçtim.

Garson artık tanıyor, ne içeceğimi biliyor,  o bol köpüklü az şekerli kahvem, yanında bir bardak su ile gelir şimdi…

Yan masadaki kır saçlı adamın karşısında, basenlerini sandalyenin yanlarından sarkıtmış oturan kadın, sakince dinliyor…

Adam sinirli, heyecanına yenilmiş hızlı hızlı konuşuyor. İki de bir de; “Kendini ne sanıyor. Bulunmaz Hint Kumaşı mı” diyerek kadına soruyor…

Gerisini dinlemiyorum…

Benim bunu “Bursa Kumaşı” olarak da kullandığım aklıma geliyor.

“Her halde” diyorum, bir zamanlar Hint’ten gelen ipeklilere eş, kalite ve değerde kumaşlar Bursa da üretilmeye başlanınca söz değişmiş, “Bursa Kumaşı” olarak kullanılmaya başlanmış.

Ben kendimi bildim bileli; bu söz dizimini kullanırken “Bursa Kumaşı” demeyi tercih edenlerdenim…

Üstelik, Halep oradaysa, Bursa şurada, çok da uzak sayılmaz…

İnsanın gidip görüp test etmesi de mümkün.

Ama her şey görüp bilinceye kadardır…

O bir zamanların, çok kıymetli, erişilmesi zor; “Bursa Kumaşı” da; günü gelince, her kumaş gibi paçavra olabiliyor…

Hasan KAYA