Bana da olmuştur. Kendimi en güvende duyumsadığım yer odam olur. Çalışma masamdan kalkmak istemem. Kalkınca gideceğim adres bellidir. Yatak odası, sabah yorgun argın çıktığım gibi bıraktığım dağınık yatağım…
Uyumaktan korkarak uyur, uyanmak istemem. (Çok açık bir depresyon belirtisi değil mi?)
Dışarı çıkmak, bir yerlerde birileri ile olmak hep mecburiyetten olur. Arkadaşların ısrarı olmasa evden, odamdan çıkmam. Böylesi zamanlarda en sevdiğim arkadaşlarımın, yaptıkları türlü maskaralıklar dahi beni güldüremez. Küçük bir tebessüm olursa, o da; onları kaygılandırmamak için zorakidir. İçten gelen, içten olan bir şey yaşayamaz olurum. Sanki içim boşalmış, hiçbir şeyi içimden gelerek yapamaz olurum…
Bazen arayıp bulabildiğim somut bir nedeni de yok. İnatla, çaresiz çare aramaya çıkarım. Her arama uzun yolculuklara çıkma, yorgun dönüşlerle son bulur.
Hep yaptıklarım, hep yapacağım diye kendimi koşullandırdıklarım, olmazsa olmaz sandıklarım günü gelince, zamana yenilir değişir.
Sonsuz sınırsız ne var ki?
Yeniye açık devrimci, gelecekten korkmayan ben, değişime ayak direyen olarak yakalanıyorum kendimi. Ne zor oluyor değişimi kabul etmek.
Ne olursak olalım, eski hamamda eski tası seviyoruz. Kolayımıza geliyor. Yeniyi kabul etmek, yeniyi öğrenmek, onunla baş etmek bizi ürkütüyor, hatta korkutuyor…
Geçen farkına vardım. Dökülüp zorunlu bir değişim sürecine girene kadar yıllarca saçımı hep aynı yöne yatırmışım, bıyıklarım hep aynı, sarkık… Giyim kuşamım, renk seçişimi hep aynı kalmış. Moda rüzgârlarının değişmesi ile aradığımı bulamaz olunca değişmiş, değiştirmek zorunda kalmışım. Ama o da eskiye yakın, yeninin çok uzağında bir değişim olmuş…
Bizim kuşağın bir birine benzeyen, bir birini sınırlayan bir özelliği oldu hep. Tornadan çıkmış gibi bir birine benzeyen kızlar, oğlanlar olduk hep…
Kızlar hep pasaklı, oğlanlar hep dağınık, pis…
Şimdilerde biraz farklıyız. 12 Eylül bir işe yaradıysa bu alanda yaradı. Bizi bir birimizden kopararak değişim sürecini yalnız, bir başımıza yaşama olanağı verdi. Farklılaştık, bir birimizi sınırlamaktan uzak kendimiz olmaya çalıştık. Bunu ne kadar becerdik bilmiyorum. Çünkü kendimiz olma çabası bazılarımız için şimdilerde yasını tutuğumuz, kendini kaybetmeler ile sonuçlandı…
Belki de bu yüzden, ben bazı alışkanlıklarımdan vazgeçmede hep zorlandım. İnat edip, direndim değişmeye. Bu ayak diremeyi “kendimi böyle daha mutlu duyumsuyorum” diyerek geçiştirmeye çalıştım. Oysa alışkanlıkların ağır hırkasını üzerimden çıkarmaktan korkmaktı bu. Mutluluk değil, kendini güvende hissetme, bildik bir yolda yürümenin rahatına kaçmaydı…
Yıllar içinde yaşadıklarımdan biliyorum; her ilişki, her alışkanlık bizi sınırlıyor. Dünyaya, hayata belli dar bir pencere açıyor. Her şeyi oradan görüp, bilip öğreniyoruz. Uzun yıllar iç avluya açılan bir pencereden baktım. Bir iç avluya sığacak kadardı gördüğüm yaşadığım hayat…
Oysa o iç avlunun dışında kocaman bir hayat vardı ve ben ondan bihaberdim. Bildik arkadaşlara, dostlara açık o iç avluda her yüz tanıdık, her söz bildikti. Biz bize eğlendik, biz bize ağladık, güldük. Ama hepsi, her şey biz bizeydi, biz bize kaldı…
İçinde devindiğimiz ilişkiler, alışkanlıklardan oluşan yüksek duvarlar biz istemesek de; zamanı gelince yıkılıyor. En büyük ordulara direnen kaleler zamana, yeniye yeniliyor, yerle bir oluyor. Zaman her şey gibi onları da eskitiyor, yıkıp yerle bir ediyor.
Hiç yıkılmaz sandığım kalelerim düşerken direnmiş olmanın anlamsızlığını şimdi bir türlü kabul edemiyorum. Zamanın saldırısına karşı koyarken, özgürlüğümü savunmanın erdemi ile dik duran başım, yenilgiyle gelen günlerde yere inmedi. Çünkü bu yenilgi yeni özgürlüğün, daha büyük bir dünyanın kapılarını açandı. İç avluyu, saran dört duvarını yele bir eden zaman, dışındaki dünya ile buluşturmuştu beni…
Bu ne yaman bir çelişkidir böyle. Her yenilgi, gerçek bir yenilgi değil.
Kabul ediyorum; hiç kolay değil başlangıçta. Dışarıda bilmediğimiz kocaman bir hayat, başka renkleri ile üstümüze üstümüze gelerek bizi korkutuyor. Bende şaşırdım, bende korktum. Ne yapacağımı bilmez oldum. Günlerce kendimi eve kapatıp odamdan dışarı çıkmaz oldum. Ama büyü bozulmuştu bir kere. Artık hiçbir şey eskisi gibi olmazdı.
Ne garip değil mi?
Büyülenmiş halimizi, gözümüzdeki perdeyi geri istercesine “Büyü bozuldu” diyerek hayıflanıyoruz. Kabul edilebilir bir şey değil bu. Kendi içinde kendini inkâra, hayattan kaçışa zorluyor insanı. Ancak hayat her seferinde galip gelmesini biliyor. O ilk şaşkınlık, ilk telaşlar geride kalınca; hayata yeni pencereler açmak, yeni ilişkiler, yeni hayatları yaşamak başlıyor.
Yıkılan dünyamın enkazı altında kaldım telaşı geçer geçmez bambaşka bir dünyanın kapısındaydım. “Açıl susam açıl” açılan kapılardan geçtim. O güne kadar farkına varmadığım, varıp görmezden geldiğim bir sürü yeni şey gördüm, yaşadım. Ne yalan söyleyeyim ben renklerin bu kadar canlı, doğanın bu kadar zengin olduğunu o zaman fark ettim. Yeni insanlar tanıdım, dostluklar kurdum, yeni arkadaşlar edindim…
Artık ne kadar böcek, çiçek varsa gören, duyan, duyumsayanım. Bütün çiçekler güzel kokuyor. İnadına fesleğenlere dokunuyorum elimi, parmaklarımı burnuma götürüp kokluyorum.
Ne çok çiçek, ne çok renk var şimdi biliyorum. Denizin mavi, yeşil, göklerin gökçe mavi olması beni alıp bir başka diyarlara götürüyor. Kulaç kulaç yüzmek, kuş olup uçmak gelir içimden…
Ben böyle konuştukça eski arkadaşların kimi sevinerek, kimi yüzünü ekşiterek “Peki, Siyaset, kavga?” diyor…
Onlara kızamıyorum; kendilerince haklılar.
Eski alışkanlıklar bu kadar, çiçek böcekten söz ettikten sonra siyasetin, kavganın uzağından geçtiğimi düşünüyorlar.
Oysa tam da şimdi; kavganın tam orta yerindeyim.
İnsanın kurtuluşu; kurdu, kuşu, böceği, çiçeği, sudaki balığı, birlikte yaşadığımız, paylaştığımız doğasız olamaz…
Hasan KAYA
01 Ağustos 2011 Pazartesi